Kesin İnançlılar

16 Temmuz 2012
Okuma süresi 3 dk

Geçenlerde, TV’deki bir tartışma programında duyduğum ve merak edip okuduğum ilginç bir kitabı paylaşmak istiyorum. Kitabın ismi de ilginç: “Kesin İnançlılar” (“The True Believer”). Eric Hoffer adlı Amerikalı bir yazara ait. Yazar, kitabında kitle hareketlerinin ortak yanlarını irdeliyor ve bu hareketlerin oluşum ve gelişiminde rol oynayan dinamikleri bireysel psikoloji ile çözümlemeye çalışıyor. Eğer bir harekete kendini adayıp kimliklerini kaybeden insanların nasıl bu noktaya geldiklerini merak ediyorsanız bu kitap tam size göre. 

Eric, Almanya’dan göçmüş bir ailenin çocuğu olarak 1902’de New York’ta dünyaya gelmiş. 7 yaşında bir baş yaralanması sonucunda gözleri kör olmuş. 15 yaşında ise herhangi bir tedavi olmamasına rağmen görme duyusunu yeniden kazanmış. Kitap İkinci Dünya Savaşı çıktığı yıllarda yayınlanmış. Genç yaşlarda ailesini kaybedince California’ya sonra da San Francisco’ya göçmüş. Yıllarca işçi ve amele olarak çalışmış, ama boş zamanlarının tamamını kitap okuyarak geçirmiş. 1941’de çalışmayı bırakıp kitap yazmaya başlamış. İlk kitabı olan “Kesin İnançlılar” İkinci Dünya Savaşı yıllarında yayınlanmış. Konusu da tam yayınlandığı dönem ile uygun düşmüş.

Kitapta çok enteresan tespitler var. Bir kısmını burada paylaşacağım; fakat bu tespitleri burada paylaşmamın bunlara tamamen katıldığım anlamına gelmediğinin altını çizeyim. Tespitleri, “zihin kışkırtıcı” yorumlar olarak okumakta fayda var.

Bir kitlesel dönüşüm (ihtilal) hareketine katılan insanlar genelde mevcut hallerinden memnun olmayanlardır. Kitle hareketine, kendi hayat koşullarında meydana gelmesi muhtemel büyük bir değişikliğin çekiciliği ile katılırlar. Tabi ki; kitle hareketlerine katılmak için sadece hoşnutsuzluk da yetmez. Gerekli diğer etkenler ise kendini güçlü hissetmek, geleceğe yönelik umut, aşırı yoksulluk içinde bulunmama.

Bütün kitle hareketleri birbiri ile rekabet halindedir  ve birinin kazandığı taraftar diğeri için bir kayıptır. Bütün kitle hareketleri birbirinin yerini tutabilir.

Bir ulusun en az etkin olan çoğunluğu orta sınıftır. Ulusu her iki uçtaki azınlıklar (en iyi durumdakiler ve en kötü durumdakiler) şekillendirir. Başarısız insanlar, başarısızlıklarından dünyayı sorumlu tutarlar. Mevcut düzeni tamiri imkansız şekilde kötü bulurlar ve değiştirilmesi için uğraşırlar. Başarılı insanlar, ileri görüşlülükleri ve parlak yetenekleri ile övünseler de, başarılarının çevre şartlarına bağlı olduğunu bilirler. O yüzden onlar için dış dünya tehlikeli ve hassas bir şekilde dengelenmiştir ve bu durumlarını korumak veya geliştirmek için uğraşırlar.

Bir insanın kendi mükemmelliğine olan inancı ne kadar zayıfsa, ulusunun, dininin, ırkının veya inandığı kutsal amacın mükemmelliği yönündeki iddiası da o kadar güçlüdür.

Hayatlarını tamiri imkansız şekilde kötü bulanlar kişisel yükselmede değerli bir amaç bulamazlar. Onlar için kişisel ilerleme kötü, kirli ve çirkindir. Kökü kendi içlerinde olan hiçbir şey iyi olamaz. Onların en içten gelen arzuları yeni bir hayattır. Yeniden dünyaya gelme imkanı olmadığına göre yapabilecekleri en iyi şey kutsal bir amacın kimliğini kişiliklerine katmak yoluyla yeni bir güven, umut, değer ve övünme duygusuna sahip olmaktır.

Geleceğe karşı duyulan korku bizim şimdiki düzene sarılmamızın, geleceğe ait beslenen ümit ise bizim değişikliğe karşı istekli olmamıza sebep olur. Bu nedenle olağanüstü başarı sağlayan ve mutlu hayat yaşayan kişiler genellikle kökten yeniliklere karşıdırlar.

Bir doktrinin etkililik derecesi hakkında varılacak yargı, onun derinliği, yüceliği ve doğruluğundan değil, fertleri kendi nefsinden ve gerçek çevresinden ne kadar iyi ayırabilmesinden çıkarılmalıdır. Paskal’ın etkili bir din hakkında söylediği, etkili bir doktrin için de kabul edilebilir; “Etkili bir din, doğaya, sağduyuya ve zevk almaya karşı olmalıdır”. Böylece açıkça görülmelidir ki bir öğreti etkili olabilmek için anlaşılmaz fakat inanılır olmalıdır. İnsanlar sadece anlamadıkları şeyden kesinlikle emin olurlar. Anlaşılır bir öğreti kuvvetten yoksundur.

Şaşırtıcı ve esef verici bir gerçektir ki; insanlar “uğrunda savaşmaya değerli bir şey” için savaşmaya karşı isteksiz olurlar. Yaşamaya değerli hayatı olanlar, genellikle ne kendi çıkarları için ne de vatanları ve kutsal bir amaç için ölmeye hazır hissetmezler kendilerini. Canını feda etme duygusunu yaratan şey, sahip olunanlar değil fakat sahip olunmayanın özlemini çekmektir.

0 Yorum

Bir İçerik Gönder

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir